Sevgili Dostlar,
Dünya üzerinde hakim bir sistem mevcut; kapitalist, özgürlükçü, demokratik, çoğulcu ve serbest piyasa ekonomisine dayalı. Bu sistem kulaklara çok hoş ve eksiksiz gibi geliyor; ancak, acaba bu sistem de diğerleri gibi uygulamada hoş ve eksiksiz olma halini kaybetmiyor mu? Şöyle dediğinizi duyar gibi oluyorum: “Daha iyi bir sistem bul, ona tabi olalım.”
Evet Dostlar,
Sorgulamamız gereken temel mesele budur: “Daha iyi bir sistem olmalı ve bu aranmalı, bulunmalı!” Peki nasıl olacak bu araştırma? Nereden bulunacak bu sistem? İşte bu noktada benim bakışlarım doğruca eski medeniyetimize yöneliyor. Buna da “bitpazarından umut beklemek” olarak bakanlar çıkacaktır, ancak inanın öyle değil.
Bir anekdot,
Atatürk adlı kitabında Lord Kinross, Mustafa Kemal’in, bir Almanya gezisinden sonra, İstanbul’un çarpık çurpuk, altyapısız, çamur içinde mahallelerini görüp Berlin ile karşılaştırdığını söyler ve bu sorunun bir inkılap olmadan çözülemeyeceğine karar verdiğini belirtir.
İşte bu inkılap iradesi yeniden gösterilmek zorunda; çünkü yeni gelen sistem de bugün itibarıyla çökmüş durumdadır.
Bakınız Nasıl Dostlar,
Sizlere sadece şehirlerimizdeki kapitalist, özgürlükçü, demokratik, çoğulcu ve serbest piyasa ekonomisine dayalı sistemden ve onun bizi düşürdüğü hallerden bahsetmek istiyorum. Dünyada başat olan aktörler ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkeler kendi şehir sistemlerini kurgularken ferahlığı ve yeşil alanı önplana çıkarmış. Toplumları “birey” üzerine kurulan bu başat aktörler, bireysel rahatlamanın en iyi ortamı olarak “parkları” bulmuşlar ve şehrin yarısını yeşil alan halinde tutmuşlar. Kilise, tiyatro ve AVM’nin merkez alındığı bu şehirlerde onlara göre bir sistem oluşmuş. Çok güzel ve tıkır tıkır işleyen bu sistem bize gelince göz ardı edilmiş ve köylü zihniyeti ile dar mekanlara hapsedilmiştir.
Milletimiz Batılı normlarla şehirler kurarken şu handikabı yaşamıştır: haç şeklinde birbirini düzgün şekilde caddeleri kesen şehirler mi; hilal şeklinde birbirini çevreleyen katmanlardan oluşan bir şehir mi?
İşte bu noktada hiçbir kriter geliştirilememiş; karmaşık ve sistemsiz bir şehir hayatı başlamış.
Bu şehirler, zamanla o kadar karmaşık olmuş ki, mahalle denilen ve kendi içinde otokontrolü sağlayan sistemi de yitirmiş. Şehrin merkezi Batılı tarzda kurgulanmak istenmiş, ancak varoşlar tam bir kaosa terk edilmiş. Sonra bu varoşlardan yeni mahalleler çıkarmak isteyenler, onları kutu kutu sıkıştırılmış ve üst üste dizilmiş yüksek apartmanlara hapsetmişler. Mahallenin merkezi cami iken AVM olmuş, ancak çocukluk, AVM’ye giden yollarda ezilip gitmiş. Artık daracık yüksek evlerde, daracık ve araba dolu sokaklarda kendimizi ve ilişkilerimiz kaybetmişiz.
Artık çocuğuma göz kulak olan mahallenin bakkalı, manavı, imamı öğretmeni kalmamış. Artık çocuğuma sahip çıkan dayısı, halası, teyzesi, amcası, dedesi, ninesi kalmamış. Mahallenin karanlık yıkıntılarında arkadaşları ile buluşan çocuklarımız, nedendir bilinmez, uyuşturucu illetine kapılmıştır. Mahallenin beton ve minnacık parklarında top oynama ihtimali olmayan çocuk, okul bahçelerine koşmuş, okulun müdürü izin verse de hademesi tarafından, etrafı kirletiyor diye, kovulmuş. Akşamları gizlice okul bahçesinde basket oynamak isteyen çocukların da etrafı kirletme ihtimali olduğu için, mümkünse okulun top oynanacak her köşesinin ışıkları kapalı tutulmuş. Yine mahallede yeşil alan ve spor sahası için ayrılan bölgeler, mümkünse birkaç göstermelik ağaç dikildikten sonra “fast-food center”lere dönüşmüş.
Dostlar,
Bir sistemin bize huzur getirmediğinin bu kadar açık ve net görüldüğü ve nesillerimizi yiyip bitirdiği anlaşıldığı halde devam etmesi mantıklı mı?
Gelin Osmanlı dönemine bakalım.
İnsanların “mahalle” adı verilen bir ortamda birbirini tanıdığı ve otokontrol ile yanlışlıklarını düzelttiği bir sistem vardı. Bu sistem, ahiler, cemiyetler, cemaatler, tekkeler, dergahlar, loncalar , camiler ile adeta nakış nakış insan işliyordu. Herkes ailesi ile yakın akrabaları ile birlikte yaşamanın imkanlarını arıyordu. Bir insan, diğer kardeşinin çocuğu yanlış bir iş yaptığında onu uyarıyordu. Çocuklar sokağa çıkabiliyor, oynayabiliyor, enerjilerini atabiliyorlardı. (Böyle dediğim zaman insanlar hemen, kardeşim, şimdi devir o devir değil; hangi çağda yaşıyorsun? diyorlar)
Dostlar,
Her şeyin farkındayız. Her şeyin çözümü olduğunu da biliyoruz. Bu keşmekeşin yanlışlığından herkes muzdaripken, neden bir “inkılap” da bizler gerçekleştirmeyelim. Batının yanlış taklidi ile geldiğimiz nokta budur. Bunda ısrar etmek, yeni nesillerin şehrin kuytu yerlerinde madde bağımlısı olup çıkmasına sebep olacak. Zenginler fildişi kulelerinde mutlu oldum sanacak, fakirler konserve kutusu evlerinde ömür tüketecek. Daracık yollarda gülen, top oynayan çocuklar yerine, arabalar park edecek. Kısacası şehir bizi yiyip bitirecek.
Hayır Dostlar,
Biz bu sistemi yeniden kurgularız. Bir inkılap gerçekleştirip pek çok sorunu neşter gibi kesip atan bu millet, yeni bir devrim ile kendi öz sistemine, milli sistemine kavuşabilir. Sadece cesaret ve hareket lazım.
Dostlar,
Sistemimizin sadece şehir ile ilgili bir köşesinden tutuğumuzda, ne hallere düştüğünü görüyoruz. Bunun, pansuman tedbirlerle çözülemeyeceği de aşikardır. Geliniz mahallelerimizi cami etrafında halka halka geliştirelim; geliniz otokontrolümüzü sağlayacak kardeşlik ve tanış olma ortamlarımızı tekrar diriltelim. Gelin, derneklerle, dergahlarla, ocaklarla, vakıflarla, cemiyetlerle, cemaatlerle, loncalarla, cem evleri ile, camilerle, düşünce dernekleri ile tanış olalım; işi kolay kılalım.
Basit bir teklif: Neden “site içinde ‘yeşil yaşam alanı çok’ binalar” sitemini geliştirip şehirlerimizi daha yaşanır kılmayalım.
Sistem değiştirmekten korkanlar, sistemin kölesi olurlar. Açık söylüyorum, bu sistemin neresinden tutsanız elinizde kalır.
Metin HAKVERDİOĞLU