Sevgili Dostlar,
Hocalı Katliamının acıları içinde geçirdiğimiz bu hafta, aklıma bu olayın benzerinin yaşandığı ilk yıllar getirdi. Azerbaycan’da ilk katliamlar Rusların saldırdığı 1720’li yıllarda olmuştu. Ben de o devrin Mücahit ve Mutasavvıfı olan İsmail Şivanî’yi anlattığım Gül Kokulu Mevlana adlı romanımda ilk çatışmayı şöyle kurgulamıştım:
İsmail Şirvanî diyordu ki,
“Ermeniler her yerden toplanıp Karabağ’a doldurulmaya başlandı. Bu arada pek çok yerde zulümler ve gözyaşları birbirini izledi. Yermelov’un sardığı bir köyde çatışma çıkınca kıyamet kopmuş ve adeta köylerde kimse kalmamacasına katliam yapılmıştı. Bu durumun aynısı diğer bir gün Karabağ’ın kuzeyinde bir köyde vukuu buluyordu. Yüzlerce köylü karyesini terk etmişti; ancak bir kısmı kalmayı ve direnmeyi seçmişti. Bunlara karşı kullanılan güç, akıllara durgunluk verecek cinstendi. Köyün dışında yakaladıkları insanları işkenceyle öldürüyorlar; çocukları ise diri diri toprağa gömerek korkuyu daha bir dehşetli boyuta taşıyorlardı. Özellikle toprağa diri diri gömülen çocukları duyunca kendimi tutamayıp ağladım. Bu alçaklık, bu insanlık dışı muamele, Cahiliye Devrinde kalmamış mıydı?
Silahlı tüm güçleri bu iş için toplayıp o karyeye yardıma gitme ve ilk çatışmamıza girme kararı aldık.
Köyün yakınındaki tepelerden Rus ve Ermenilere ateş etmeye başladık. Yüzlerce asker bir anda bize doğru dönüp ateşe başladı. Aramızda kalan bölgedeki eski evleri de siper ederek gün boyu çatıştık.
Aldığımız istihbarata göre, Rusların ve yandaşı Ermenilerin içinde Kazak Türklerinden de ne için savaştığını bilmeyen kardeşlerimiz varmış.
Halifelerime özellikle de Has Mehemmed’ime, gece bir damın üzerine çıkıp Kazak kardeşlerime sesleneceğimi ve beni engellemeye kalkışmamalarını söyledim. Hepsi birden, efendim bir sütre gerisinden seslenseniz, dedi. O kadar üzgündüm ki bir çocuk daha toprağa gömüleceğine ben gömüleyim, dedim. Gece bastırınca bir damın üzerinden elimi ezan okur gibi yanaklarıma bitiştirip avazım çıktığınca bağırdım. Bu yolla Rusların aldatmacasına kanan Kazak kardeşlerimi saflarımıza çekmeyi umuyordum.
Çok iyi bildiğim Kazak Türkçesiyle, Tekvir Suresinden bölümler okumaya başladım:
“Güneş katlanıp dürüldüğünde, Yıldızlar bulandığında, dağlar yürütüldüğünde, kıyılmaz mallar bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, denizler ateşlendiğinde, nefisler eşleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda, hangi günahtan dolayı öldürüldün, diye. Amel defterleri açıldığında, gök sıyrılıp açıldığında, cehennem kızıştırıldığında ve cennet yaklaştırıldığında herkes ne getirmiş olduğunu anlar. Şimdi yemin ederim o sinenlere (yıldızlara), o akıp akıp yuvasına girenlere, yöneldiği an geceye, nefeslendiği an sabaha ki kuşkusuz o Kur’an değerli bir elçinin sözüdür.”
Ayetler bitince Kazak kardeşlerime bağırdım: “Bu okuduklarım sizin de bizim de inandığımız kitaptan; şimdi hangi yüzle Allah’ın katına döneceksiniz. Müslüman kardeşini öldürmüş olarak mı?” diye seslenip bir adım ileri attım. O anda, bir silah sesi ile herkes siperlere atladı. İçimden, şahadet burada ise ne mutlu, deyip sözlerime devam ettim.
“Bugün!”, dedim, “Birbirini yiyen biz Müslümanlar kime hizmet ettiğimizi biliyor muyuz? Benim bildiğim, biz kendi yurdumuzu savunuyoruz; sizin bildiğiniz nedir? Bir Müslüman ülkesini Ruslara teslim etmek midir? Sizce buna dininiz, inancınız, örfünüz, adetiniz; Türk kanınız izin verir mi?” Bir kurşun daha sağımdan geçti.
Artık susup neticeyi bekledim. Biliyordum ki Kazak Türkçesini hiçbir Rus merak edip öğrenmez; ancak her Kazak, Rusça bilir. Ne dediğimi Rusların anlamaması en çok istediğim şeydi.
Sabaha karşı silah sesleri ile sarsıldık; ancak silahlar ne köyün içinde ne de bize karşı idi. Bir saat kadar sonra Kazak kardeşlerimizin bağladıkları Rus ve Ermeni askerleri ile bize doğru bayrak salladığını gördük. Evet, bir kez daha vicdanın sesi galip gelmişti. Öldürülen ve esir alınan düşman askerleri ile ilgilenmeyi Kumukî’me bırakıp Kazak kardeşlerimle Kürdemir’e döndüm.
Mir Hamza Nigarî de şöyle diyordu:
Merd ü merdâne o kaplan-sıfat Moskof ilen
Eylemek ceng ü cidâl şîr-i Dağıstâna düşer
[Moskof ile mertçe ve erkekçe savaşmak o kaplan sıfatlı Dağıstan aslanı İmam Şamil’e düşer. ]
(İmam Şamil İsmail Şivanî’nin icazeti ile cihat etmiştir.)
Dostlarım,
Amasya’dan, İsmail Şirvanî’nin ebedî istirahat-gâhından tüm Türk dünyasına selam olsun.
Metin HAKVERDİOĞLU